8 Ekim’de emeklilik kanunu tartışması sırasında söz alan Yeşiller Partisi milletvekili Véronique Massonneau, merkez sağ UMP partisi milletvekili Philippe Le Ray’in “tavuk gıdaklaması” taklidiyle alaylarına maruz kaldı. Demek ki Fransa’da bile bir kadın milletvekili Meclis içinde cinsiyetçi söylemle karşı karşıya kalabiliyormuş!
Fransa’da politikaciların toplumun gözünde değer kaybetttikleri, aşırı sağın da gittikçe güçlendiği şu sıralarda, halkın seçilmiş bir temsilcisinin böylesine terbiyesizce ve sorumsuzca davranması çok hayal kırıcı.
Hayal kırıcı, ama sonuçta pek de şaşırtıcı değil, çünkü buna benzer cinsiyetçi davranışlar geçmişte de sıkça görüldü. Gerçekten de, Dominique Voynet, Roselyne Bachelot, Michèle Barzach, Edith Cresson, Elisabeth Guigou, Catherine Trautmann, Rachida Dati ve Cécile Duflot gibi politik kişilikler, çeşitli zamanlarda fiziksel görünümleri veya giysileri ile ilgili cinsiyetçi saldırgan söylemlere maruz kaldılar.
Ne var ki bu kez beklenmedik bir şekilde Meclis’ten bir tepki geldi: söz konusu milletvekili cinsiyetçi davranışı yüzünden para cezasına çarptırıldı, ki bu Fransa tarihinde bir ilk. Ayrıca, olay medyada da yaygın olarak yer aldı ve sonuç olarak Le Ray, Massonneau’yu telefondan arayıp özür diledi. Ancak özrü de (“Cinsiyetçi olmam mümkün değil ki, kadın asistanlarım var”), bilindik “en yakın arkadaşlarımdan bazıları Yahudidir” savunmasını hatırlatarak, Le Ray’in anlayış kapasitesininin düşüklüğünü ortaya çıkarmaktan öteye gidemedi.
Bu olay bize Fransa’da uzun bir süredir cinsiyetçi söylem ve davranışlara karşı diğer Batılı ülkelere kıyasla daha hoşgörülü bir kültür bulunduğunu hatırlattı. Ancak, ırkçılık ve anti-semitizmde de olduğu gibi, cinsiyetçi söylemden fiziksel saldırıya kadar uzanan bir yol mevcuttur. Bu nedenle, politikacıların söylem ve davranışlarında örnek olma sorumluluklarını unutmamaları büyük önem taşıyor.
Bir Fransız avukat bana bir kaç yıl önce (ABD’de pek iyi tanınan) “date rape” yani tanıdık tarafından cinsel taciz kavramının Fransız ceza hukuğunda kısa bir süre öncesine kadar mevcut olmadığını söylemişti. Başka bir deyimle, yakın bir zamana kadar tecavüz suçu Fransa’da yeterince cezalandırılmıyordu. Bu da bana Türk hukuğunda “namus cinayetleri” faillerinin sözde “hafifletici sebepler”den uzun zaman yararlandırılmalarını hatırlatmıştı (bir dereceye kadar, tabi). Yani Fransız adaleti, en azından bu konuda, şaşırtıcı bir şekilde Amerikan adaletinden çok Türk adaletine benzer gözüküyor.
Ancak sırf bu örnekten yola çıkarak kadının toplumsal konumu ile ilgili iki ülke arasında karşılaştırma veya genelleme yapmak da yanlış olur. Örneğin, özellikle Güneydoğu’da toplum ve aile baskısından kaynaklanan kadın intiharları son yıllarda giderek artarken, Türkiye’de kadınların Fransa’dakilerden onbeş yıl önce oy kullanma hakkı elde etmiş olmalarını hatırlatmak hiçbir işe yaramaz [1]. Aynı şekilde, Fransa’da her iki buçuk günde bir kadın eşi veya arkadaşı tarafından öldürülürken [2], Fransız kadınlarının işgücüne katılım oranlarının Türkiye’dekinden üç kat fazla olmasıyla övünmenin de bir anlamı yoktur [3].
Asıl önemli olan, toplumda kadınların durumunu iyileştirmeye katkıda bulunan bir potansiyelin mevcut olup olmadığı. Örneğin, Türk ve Fransız toplum kuruluşları (özellikle medya ve sivil toplum kuruluşları) kadınların durumuna ilişkin politikaları olumlu yönde etkileyebilecek özgürlüğe ve güce sahip midirler?
Bu soruya Türkiye açısından olumlu cevap vermek zordur. Örneğin 2002-2004 yıllarında Türk ceza yasasına “namus cinayetleri” konusunda getirilen iyileştirmelerin, kısmen de olsa, Türkiye’nin AB adaylığı projesinin pozitif etkisiyle gerçekleştiğini biliyoruz. Bugün gelinen durumsa, medyada son örneği bir televizyon sunucusunun “uygunsuz dekolte” gerekçesiyle işten atıldığı bir sansür iklimidir [4]. AB adaylığının herhangi bir olumlu etkisiyse, Türkiye – AB ilişkilerinde son yıllardaki bozulmalardan dolayı artık uzun zamandır söz konusu değil. Bununla birlikte, Cengiz Aktar’ın yazdığı gibi, geçtiğimiz günlerde yayınlanan AB’nin “Türkiye ilerleme raporu”nun iki taraf arasında tekrar karşılıklı güveni yaratma fırsatı oluşturduğunu da söylemek mümkün [5]. Nitekim AB’nin 22 Ekim’de Türkiye ile üyelik müzakerelerinde uzun zamandır ilk kez yeni bir faslı açma kararı da bunun açık bir göstergesi. Bu konuya bir sonraki makalede değineceğim.